Keşke
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde keşke: dilek anlatan cümlelerin başına getirilerek ‘’ne olurdu’’ anlamında özlem veya pişmanlık bildiren bir söz, olarak tanımlanır. Keşke demek dünya üzerinde sadece insana özgü bir haldir. İnsan dışında hiçbir varlık, yaptıklarından veya yapmadıklarından; söylediklerinden veya söylemediklerinden dolayı pişmanlık duyup, keşke………….., keşke………, keşke….., keşke……., demez. Bu keşkeler bir pişmanlığın yanı sıra, belki de daha çok bir nedamet (pişman olmak) duygusunun ön plana çıkarılmasıdır ki en azından bundan sonra, yapılması gerekenleri yapıp, yapılmaması gerekenleri yapmamaya; söylenmesi gerekenleri söyleyip, söylenmemesi gerekenleri söylememeye yönelmektir. Yapılan doğruları sürdürmek, yanlışlardan ders çıkarıp doğruya dönmektir.
Kişisel geçmişimizde olduğu gibi, toplumsal geçmişimizde de keşke……….. diyebileceğimiz o kadar çok şey var ki, bunlar bu gün yaşadığımız pek çok sorunun nedenlerini, pek çok sorunun cevaplarını içinde taşımaktadır. Bu gün hemen bütün tartışma programlarında sonuçlar tartışılmakta ama nedenler üzerinde hemen hiç durulmamaktadır. Oysa bataklığı kurutmadan sivri sinekleri ortadan kaldırmak için yaptığımız ilaçlı mücadele, sivri sinek ilacı üretenleri zengin etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Bataklığı kurutmak belki biraz zor ve pahalı bir iş olabilir ama sivri sineklerden sürekli kurtulmanın bir başka yolu da yoktur.
Japon çocuk eğitim sisteminin (18 maddeden oluşmaktadır) birinci maddesi ‘’biri konuşurken, onu dikkatli dinle’’ dir. Dinlemek, anlamak için olduğu kadar, başkalarına saygı duymanın da bir gereğidir. Bir ağzımıza karşılık iki kulağımızın olması da bir konuşup, iki dinlememiz gerektiğini ortaya koyar. Dinleyerek, bir yandan başkalarının görüş, düşünce ve bilgilerinden yararlanırken; bir yandan da varsa soru ve sorunların çözüm yolları konusunda ortak akılda buluşmuş oluruz. Ne diyor Bernard Shaw ‘’zeki insan sadece kendi aklını; akıllı insan ise başkalarının da aklını kullanır.’’ Bu nedenle sorularımıza cevap bulmak, sorunlarımızı ortadan kaldırmak için toplumsal hafızamızı hatırlayıp, güncelleyip, başkalarının yaptıklarından da yararlanarak keşkelerimize bakmak gerekir.
Keşke, her iktidar değişiminde ve hatta son 19 yılda olduğu gibi iktidar değil ama her bakan değiştiğinde değişen bir Milli Eğitim sistemimiz olmasa. Çocuklarımız, ulusal benliğimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda yetiştirilse. Lise çağı gençliğimizin aradığını bulamama nedeniyle %34 olan okulu terk etme oranıyla Avrupa birincisi olmasa.
Keşke, üniversite çağı gençliğimizin %68’i, yolunu bulsa ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka gibi batı ülkelerinde eğitim alma ve oralarda kalma arzusunda olmasa. Genç işsizlik oranımız %29 olmayıp, her gencimiz eğitimini aldığı alanda çalışma veya iş kurabilme fırsatını yakalasa.
Keşke, Hukuk Fakültesi öğrencilerimizin yaklaşık %75’inin, yasal düzenlemeleri olduğu halde, uygulamadan dolayı ‘’yok’’ dediği adalet; düşünce, inanç, varsıllık ayrımı yapılmaksızın herkese eşit olarak uygulansa. Yıllar yıllar boyunca süren davalar olmasa, adalete güven tam olsa.
Keşke, din siyasete, ticarete alet edilmese. Siyaset bir zengin olma vasıtası değil, hizmet etme vesilesi olsa. Siyaset adamları, içinden çıktıkları toplumun bir bireyi olduklarını unutmasa, tavır, davranış ve söylemleriyle ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı değil, birleştirici ve kaynaştırıcı olsa.
Keşke, 2021 Dünya Demokrasi Endeksi’nde 179 dünya ülkesi arasında ülkemiz 149. değil de ilk on içinde yer alsa Aydınlarımız düşüncelerinden dolayı yargılanmayıp, yazdıklarından dolayı tutuklanmasa. Herkese iş, herkese aş olsa; koydukları emek doğrultusunda herkes üretilenden pay alsa. İnsanlarımız kederde, kıvançta toplumsal dayanışma içinde olsa ama yardımlarla değil yaptığı işle, ürettiği ürünle geçimini sağlasa.
Keşke, eskiden olduğu gibi, ürettiği tarım ürünleriyle kendi kendisine yeten dünyanın yedi ülkesinden biri olsa. Tarım topraklarımızı imara açmasak. Yapabileceğimiz tarımsal planlama ve uygulamalar ile çiftçimizi köyünde mutlu etsek, köyden kente göçü önlesek. Ülkeyi bir tüccar mantığıyla değil de toplumsal kalkınmayı esas alan bir anlayışla yönetmeye dönsek. Taşımalı eğitim sisteminden vazgeçip köylerimizi tekrar okula ve öğretmenlere kavuştursak. Tarımsal üretimi destekleyerek çiftçimizin emeğinin karşılığını almasını sağlasak. Sadece Konya ilimiz kadar genişliğe sahip olan Hollanda’nın tarımsal üretiminin gerisinde kalmasak. Coğrafyamızın bize sağladığı olanaklarla üretiminde Dünya birincisi olduğumuz fındık, çekirdeksiz üzüm, kuru incir gibi tarım ürünlerimizi birer dünya markası haline getirip, dünya pazarlarında söz sahibi olsak. Çukurova’mız, Harran ve diğer güneydoğu ovalarımız, Ege ovalarımız, hatta Iğdır ovamız tekrar ülkemizin ihtiyacı kadar pamuk üretse, Yunanistan’dan pamuk ithal etmek zorunda kalmasak. Trakya-Ergene ve diğer Marmara bölgesi ovalarımız ayçiçeği üretimi ile yine buluşsa, Dünyanın en çok ayçiçeği ithal eden ülkesi olmasak. Buğday ambarı olan Konya Ovası başta olmak üzere, hemen bütün ovalarımızda üretilebilen buğdayı, üretiminde dünya birincisi olduğumuz makarna hammaddesi olarak dahi olsa ithal etmesek, beslenmemizin temelini oluşturan buğdayı tamamen kendi topraklarımızda üretsek. Hayvancılığımızın temel girdisi olan yem ve yem bitkilerini kendi öz kaynaklarımızdan temin etsek.
Keşke, “Gidemediğin yer vatanın değildir.” Sözü doğrultusunda geliştirilen yollarımıza paralel olarak sanayi kuruluşlarımızı da bölgeler arası sanayi dağılım dengesizliğini önleyecek biçimde dağıtarak ülkemizin her tarafında iş-aş olanağı sağlasak. Nüfus ve kentleşme dağılımımızı bölgelerimizde dengeli kılsak.
Daha ne çok keşke diyecek şeylerimiz var. Keşke 27 Mayıs 1928 tarihinde hızla yayılan enfeksiyon hastalıkları ile (BCG, Kuduz, Tifüz, Tifteri Tetenoz, Boğmaca, Kolera vb.) mücadele etmek amacıyla kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü 2 Kasım 2011 tarihli resmi gazetede yayımlanan 663 sayılı kararname ile kapatmasaydık da 1940’lı yıllarda dünya ülkelerine aşı gönderirken şimdi aşıya muhtaç duruma düşmeseydik. Keşke Köy Enstitüleri’ni kapatmayıp değişen dünya koşulları doğrultusunda değiştirip yenileyerek ve kapsamını genişleterek örneğin, öğretmenle birlikte aynı amaç birliği içinde olan imamlar da yetiştirerek, dünyaya kendimize özgü bir öğretmen yetiştirme modeli kazandırsaydık. Keşke, başta Sümerbank, Etibank gibi cumhuriyetimizin tarımsal ve madensel hammaddelerini işleyip katma değer yaratan ve aynı zamanda birer sosyalleşme alanı olan tesislerini satmayıp geliştirerek kamu istihdam alanları olarak sürdürseydik. Keşke, “Dışarıdan daha ucuza satın alıyoruz. “deyip Kayseri’de, Ankara’da, Eskişehir’de cumhuriyetin ilk yıllarında kurduğumuz uçak üretim tesislerini, uçak hangarlarına dönüştürmeseydik. Keşke, hep yabancılara ve yabancı ülkelere öykünmeyip, kendi değerlerimize sahip çıkıp kendi hayallerimizi kurup, kendi hayallerimizi gerçekleştirseydik.
Keşke, keşke, keşke… Ama unutmayalım, her keşkenin içindeki sorun, çözümüyle birlikte keşkenin içinde. Yeter ki, akledelim, azmedelim. Sorunun değil, çözümün yanında yer alalım.